Tarihi zenginlikleri, doğası, hikâyeleri, edebiyatı ve sanatı ile dünyanın cennet mekânlarından sayılan İskoçya’nın başkenti Edinburgh, Dünyanın en büyük ve kapsamlı festivali olarak bilinen, Kültür Sanat ve Edebiyat festivaline ev sahipliği yaptı. Onlarca dalda sanatçı, edebiyatçı ve oyuncuyu ağırlamanın renkleriyle sokakları şenlendirdi.
500.000 civarı nüfusu olan Edinburgh, yaz aylarında nüfusunu 3 kat arttıran, çeşitli festivallerle göz kamaştıran bir şehir. Sokaklar, gün içerisinde yüzlere show, tiyatro, edebiyat, sanat, komedi ve birçok alanda değişik etkinliklerle dolup taştı.
Festivale bu yıl Türkiye’den yazar, akademisyen ve gazeteci Özgur Mumcu, ilk kitabı Barış Makinası ile Edinburgh Uluslararası Kitap Festivalinde katılımcılarla buluştu.
Edinburgh’un renkli sokaklarında Özgur Mumcu ile buluşup kitabını, festivali ve Edinburgh’u konuştuk.
“Umarım, bütün büyük yazarlardan etkileniyorumdur ve metne onların da etkisi sızıyordur. “
1-Bir akademisyen ve aynı zamanda köşe yazarı olarak sizde roman yazma fikri nasıl oluştu?
Ben kendi kendime bir şeyler yazıyordum zaten; fakat yayınlamıyordum. Bir noktadan sonra, kafamda tasarladıklarımın ve yazdıklarımın roman haline gelebilecek kadar olgunlaştığını düşündüm. Cesaret edebilecek yaşa ve deneyime de gelmiştim
, muhtemelen. Aslında, daha evvel cesaret edemiyordum. Bunun yanında, yayınevinin hem genel yayın yönetmeni hem de editörü olan Egemen İpek de yazdıklarımı okuyunca, beni çok cesaretlendirdi… İşte, böyle bir şekilde başladı.
2-Özgür Mumcu dediğimizde, aklımıza akademi, gazetecilik ve entelektüel birikim gelir. Birbiriyle bağlantılı olsa da aslında, çok farklı yönleriniz var. Bütün bunların yanında, kitabınızda seçtiğiniz karakterleri neye göre belirlediniz?
“Bir karakterin gelişimini baştan sona izlediğimiz bir romandan ziyade bir hikâye ve olay örgüsünü gördüğümüz bir roman. Dolayısıyla, kitabın kahramanları hikâyeye hizmet ettiği sürece varlar, hizmet etmediği sürece yoklar.”
Evet, bunlar birbiriyle hep bağlantılı işler. Aslında, bir anda elli ayrı işi yapmaya çalışan biri değilim. Romanında da ilgilendiğim ve çalıştığım tüm alanların izlerini görmek mümkün. Uluslararası Hukuk çalıştığım için, uluslararası barış ve güvenlik zaten Uluslararası Hukukun ana konularından birdir. Genel itibariyle; uluslararası ilişkiler, savaş ve barış meseleleri hakkında ne düşündüğümü roman formatında biraz da aktarmış oldum. Doktora tezimin konusu da silahlı çatışmalar hukuku olması sebebiyle, bunlara çalışırken zaten bir yandan savaş ve barışla ilgili daha temel meselelere kafa yormaya başlıyorsunuz. Aslında, roman bunları başka bir formatta aktarmak, dolayısıyla birbirleriyle çok bağlantısız değiller. Romandaki karakterlerde hikayeye hizmet edecek şekilde oluştular. Yani karakterin değil, hikayenin daha belirleyici olduğu bir roman. Bir karakterin gelişimini baştan sona izlediğimiz bir romandan ziyade bir hikaye ve olay örgüsünü gördüğümüz bir roman. Dolayısıyla, kitabın kahramanları hikâyeye hizmet ettiği sürece varlar, hizmet etmediği sürece yoklar.
3-Yaşar Kemal bir söyleşisinde, romanı yaratmak olarak tanımlıyor. Kişi, mekan, zaman, olay her şeyin bütünüyle bir yaratma olduğunu ve bu süreçten dolayı romanı diğer sanat türleri arasında en zoru olarak gördüğünü ifade ediyor. Buradan yola çıkarak, siz de kendi roman tanımızdan bahseder misiniz?
Tabii, sadece bir roman yazmış biri olarak, Yaşar Kemal gibi bu konu hakkında kesin cümleler kurmak haddim değil; ama hakikaten kendinize bir dünya kuruyorsunuz ve bir süre o dünyanın içinde yaşıyorsunuz. Gündelik hayatınıza devam ederken, kafanızın bir kısmında tamamen kendinizin uydurduğu bir dünya ve onun içindeki karakterler var. Bu bakımdan, insanı gündelik hayatından alı koyan da bir uğraş ve bu sebeple; biraz da kıskanç bir sanat dalı: onun dışında başka bir şey yapmanıza pek müsaade etmiyor. Öte yandan, yorucu olmakla beraber, insanı çok daha iyi hissettiren bir yanı var. Çünkü, evde kendi kendinize kurduğunuz hikayeleri önce Türkiye’de sonra dünyanın birçok yerinde insanların okuduğunu görüyorsunuz. Bu da müthiş bir haz aynı zamanda…
4-İlk romanınız Barış Makinesi ile ilgili olumlu ve olumsuz birçok eleştiri mevcut. Siz en çok ne tür eleştiri alıyorsunuz veya hangisiyle ile karşılaşıyorsunuz?
Zannediyorum ki olumsuz eleştirilerden en çok karşılaştığım: Birçok şeyi bu kadar az sayfada anlatmaya çalışmam. Anladığım kadarıyla bu okur bakımından yorucu olmuş. İlk kitap yazanlar bir anda her şeyi anlatmak isterler, belki bundan kaynaklanıyor. Öte yandan, çok katmanlı bir hikaye yazmaya çalıştım, hikayelere yaptığım göndermeler gözden kaçtıysa o zaman da kitabın yorucu gelebileceğini düşündüm. Nihayetinde, bütün bu eleştirileri dikkate alıyorum, insanlar hem kitabı okumaya hem de eleştiri yapmaya vakit ayırıyorlar ve bunlar sinirlenilecek şeyler değil. Bazısına katılırsınız bazısına katılmazsınız, öğrenmeye çalışıyorum. Olumlu eleştirilerden insan sadece mutlu oluyor ve onlarda da faydalanmaya çalışıyorum. Neticede bu bir ilk deneyim benim için, olumlu ya da olumsuz hakkında bir şeyler yazılıyor, çiziliyor olması hoşuma geliyor; hiç bahsedilmemesinden daha iyidir.
5-Kitabınızın bir bölümünde Sahir, Barış Makinesi’nin aklı hesaba katmadığını, aklın dengeyi sağlayan önemli bir unsur olduğundan bahsediyor. Devamında ise, dünyadaki dengenin devletlerin eşit silah gücüne sahip olmasıyla sağlanacağını ifade ediyor. Siz bu görüşü nasıl yorumluyorsunuz?
“Biraz da bugünlerin seslerini, o günlere taşımaya çalıştım. “
Bunlar benim inandığım fikirler değil, tamamen karakterlerin söyledikleri… Buradaki çağrışım, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan düzende barış, iki tarafın da (ABD ve SSCB) nükleer silaha sahip olmasıyla geldi. Nükleer silah tehdidi olmasaydı, üçüncü bir dünya savaşı yaşanabilirdi. Sahir ile insan hakları sebebiyle, dünyaya müdahale etmekten yana olan Amerikan demokratları gibi bir karakter çizmeye çalıştım. ”Akılla uluslararası liberal bir düzen yaratabiliriz” düşüncesi uzun zaman dünyaya hakim oldu. Sahir, biraz bu düşüncesinin sözcüsü gibi. Biraz bugünlerin seslerini, o günlere taşımaya çalıştım.
6-Sahir’in düşüncelerinde demokratik yönetimlerin önemini vurgularken, eşit silah gücünü de barış şartı olarak ifade etmesi sizce bir çelişki değil mi?
Bu çelişki çok normal, çünkü Sahir aynı zamanda bir silah tüccarı. Hem silah satmalı, hem de barıştan yana olan diğerlerini ikna edecek bir şeyler söylemesi gerekli. Bu birazda Batı’nın insan hakları emperyalizmi dediğimiz dış müdahalelerinde de var. Bir yandan silah satıyorsunuz, bir yandan da silah sattığınız ülkeler, insan haklarını ihlal etti diye onlara müdahale ediyorsunuz ve onları demokratikleştirmeye çalışıyorsunuz. Buradaki çelişki, Sahir’de de var. Buradaki çelişkiyi ikna etmeye çalıştığı kişi yakalayacak mı yakalamayacak mı; bu da karakterin bileceği bir iş. Bir noktadan sonra, Sahir’in çelişkilerle dolu olduğunu zaten görüyorlar.
7-Kitabın kapağıyla ilgili de dikkatimi çeken bir şey oldu: Türkçe baskıda, kitap kapağında içerikle bağdaşan ve oldukça özgün bir tasarım olan zeytin dalı tutan mekanik bir kuş görünüyor. İngilizce baskıda ise bu farklılığın yerine oryantalist bir izlenim yansıtan bir kitap kapağı var. İngilizce baskıdaki kapak sizi şaşırttı mı, ne düşünüyorsunuz?
Kitapların yabancı dildeki hakları satıldığı zaman, kapaklar konusunda yazarın bir söz hakkı olmuyor. Türkiye’den gelen her şeyi burada daha kolay pazarlayabilmek adına oryantalist bir şekilde anlatmaya çalışıyorlar. Makine çarkları ve fesli bir adam koymuşlar. Benimki en azından, az hasarlılarından biri… Şimdi, Almanya’da çıkacak kitap kapağında, gayet minimalist bir bakış açısıyla sadece ayak izi kullanılmış. Ben, yavaş yavaş romanlar yazılmaya başlandıkça bunu aşacağımızı düşünüyorum. Türkiye’den gelen kitabı sadece Türkiye ya da Doğu ile ilgilenenler okur gibi bir algı var ve neticede bunu yaza yaza aşacağız. Biraz kategorize ediliyorsunuz: Siz Türkiye’den gelen bir yazarsanız Türkiye ya da İslam ile ilgili konularda yazın geri kalını bize bırakın gibi üstü kapalı hiyerarşik bir ilişki var, evrensel olanı yazmanız çok hoşlarına gitmiyor. Hakim olan ülkeler Batılı ülkeler olduğu için biz buna daha çok maruz kalıyoruz; fakat bizim de bazen oksidentalizm uyguladığımız ortada. Sadece hiyerarşik olarak üstün konumda olmadığımızda onların değil, bizim daha çok canımızı acıtıyor.
8-Barış Makinası’nı dünya dillerinde çevirisini görmek size ne hissettiriyor? Edebiyat çevirilerin dünya kültürleri arasında bir köprü kurduğunu görüyoruz, farklı ülkelerde katıldığınız söyleşilerde okuyucunuzu nasıl gözlemlediniz, Edinburgh özelinde de bakabilir misiniz?
Benim için şaşırtıcı olan
, kitapta bahsettiğim kavramların günümüzde birçok insanın kaygılandığı kavramlar olmasıydı. Kitabı yazdığımda, çok dile çevrilmesi aklımdan pek geçen bir şey değildi. Kitabın çevrilmesinin önde gelen sebeplerinden biri, ülkeleri aşacak şekilde insanları ilgilendiren evrensel bir konusunun olduğunu düşünüyorum. Söyleşilerde gördüğüm şu: bizim ülkemizde yaşadığımız kaygıları, aslında, herkes kendi ülkesinde yaşıyor. Türkiye’de insanlar kendilerini hep yalnız hissediyorlar; bir şeyler sadece bizim başımıza geliyor hissi vardır. Böyle bir durumum olmadığını, çeşitli boyutlarda, farklı seyirlerde de olsa birçok ülkede, birçok insan benzer kaygıları paylaştığını görüyorum. Tüm dünyada toplumlar, genel olarak iki bölündü. Burada ikiye bölünmüş kesimin tarafları, Türkiye’de ayrışan kesimin taraflarına göre birbirlerine daha yakınlar.
9-Türkiye’de her açıdan zor süreçlerin yaşandığını görüyoruz. Toplumsal yaşamdaki bu sorunların edebiyata yansıması, etkisi var mı? Siz nasıl görüyorsunuz?
Bence etkisini henüz görmüyoruz. Türkiye’nin yaşadığı son dört-beş yılıyla bağlantılı henüz bir roman çıkmış değil. Bir şeyler var, ama tam anlamıyla değil. Türkiye, şu anda bir şok yaşıyor ve hala atlatamadı. Kendisini sağaltması için sanata çok önemli bir rol düşecek. Sonsuza kadar böyle gitmeyecek, elbette, bu şoku atlatacak, toplumun da iyileşmesini sağlayacak işlerin oraya çıkacağına inanıyorum. Edebiyatın ve genel olarak sanatın bundan çok etkileneceğini düşünüyorum.
10-Dünya barışını sağlama noktasında siz hangi teoriye daha yakınsınız? Bu çelişkiden yola çıkarak, Kant’ın Ebedi Barış Teorisi ile Realist bir dünya görüşü arasında mı kalıyoruz?
Ben idealizme, Kant’ın Ebedi Barış Teorisi’ne daha yakınım. Aynı zamanda uluslararası hukukçuyum ve uluslararası hukukçuların büyük bir kısmı zaten uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için çalışmalar yaparlar. Bu sebeple, elbette, idealime daha yakınım. Realist politikaların ara sıra devletleri güdebileceğini de biliyorum; ancak herkes realist politika uygularsa, bunun sonunun çatışma olacağı da çok açık. Yani, uluslararası dayanışma ve işbirliğinin, uluslararası çatışmadan çok daha fazla öncelenmesi gerektiği fikrindeyim. Bu insanlara çok naifçe geliyor, ama zor olanı bu ve asıl, naif olanı diğer realist siyasetler gibi bana geliyor. Herkes kendi çıkarını korusun, kimsenin dostu yoktur; sadece çıkarlar vardır fikrinin sonu her zaman çatışma ve savaş olur. Oysa ki, uluslararası dayanıma ve işbirliğine, özellikle, yakın vadede çok ihtiyacımız olacak; yalnız bu işbirliği meselesinin bir 20-25 yıl daha gündeme alınmadığı, ülkelerin içlerine kapandığı, gümrük duvarının arttığı, hem fiziki hem de manevi duvarların arttığı bir dönemin içine giriyoruz, şu an için. Bunun bedelinin çok ağır olacağını düşünüyorum, çünkü küresel ısınma, artan göçmen dalgaları, salgın hastalıklar, çevre felaketleri… bunların hepsi için devletlerin biraraya gelip çözüm üretmesi gerekiyor.
11-Biraz Edinburgh’u konuşalım. Şu an; Walter Scott, Muriel Spark, Robert Stevenson gibi ünlü yazarların şehrindesiniz. Onlarca profesör, yüzlerce yazarın geçtiği, köklü bir tarihe sahip sokaklarda dolaşıyorsunuz, yağmur durmadan yağsa da(!) Neler hissediyor ve düşünüyorsunuz? Aslında, buraya ilk gelişiniz olsa da izlenimleriniz önemli.
Buraya ilk gelişim. Romanı yazarken, Edinburgh Kitap Festivali’ne davet edilmek hiç aklımın ucundan geçen bir şey değildi… Tabii daha sonra, kitabın yabancı dillere çevrilmesiyle beraber böyle bir fırsatım oldu. Buraya gelmek, kitapla ilgili söyleşiye katılmak, Edinburgh Kitap Festivali’nde imza gününe katılmak hakikaten çok heyecanlı, etkiyici bir süreç ve hayal edeceğim şeyler değildi. Sadece Kitap Festivali değil, genel olarak festival ortamı, her ne kadar hepsine dahil olamasam da müthiş. Belli ki temelleri Ortaçağ’a kadar dayanan bir festival anlayışının şimdi biraz daha karikatürist ve turistlik de olsa yansıması görülüyor. Keşke, daha küçük, 13-14 yaşlarında olsaydım ve buralara gelseydim, sokaklarda dolaşsaydım, herhalde daha da çok etkilenirdim. Bir dahakine daha kapsamlı ve hazırlıklı gelip, festivali gezmeye çalışacağım. Sadece iki buçuk günde izlenim edinmek biraz zor; ama birçok eski Avrupa şehri gibi yeknesaklık göze çarpıyor. Bunu iyi anlamda söylüyorum: özellikle tarihi şehrin dokusunu korumuş olmaları sebebiyle. Belli ki İskoç kültürüyle çok gurur duyuyorlar ve kültürü muhafaza ederken de Türkiye’deki anlamıyla muhafazakarlığa da düşmemişler. Yani, kendi kültürlerini yeniden yorumlayarak, yeniden tanıtma konusunda çok mahir olduklarını insan görüyor. Keşke, bizde kendi kültürümüzü sadece statik bir şekilde, örneğin; ebru bir hattır deyip orada durmayıp, ifade özgürlüğünü de değer vererek yeniden yorumlayabilsek, taşınabilse… Burada yapılanların, kültürü korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak bakımından etkin bir örnek olduğunu düşünüyorum.
12- Yeni bir roman hazırlığı var mı? Okuyucularınıza buradan bir haber vermek ister misiniz?
Uzunca bir süredir üzerinde çalıştığım bir kitap var. Şu an yazmaya devam ediyorum, ne zaman biter bilmiyorum, ama amacım kış aylarına doğru yayınlamak. Bu kitap, protofaşizm ile ilgili olacak. Faşizmin doğuşunun hemen öncesi, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ve daha ziyade İtalya’da geçecek bir roman yazıyorum. Bazen soruyorlar: ” Niye Sırbistan’da, İtalya’da, Fransa’da geçen romanlar yazıyorsun? ” Begrad’a gitmemiştim; bu defa İtalya’ya gideceğim. Şehrin ismini şimdi söylemeyeyim, ama kitabın çok odağında bir şehir. Buraya birebir gidip, sokak sokak gezmek istiyorum. Yabancılar genelde İstanbul hakkında yazmamızı istiyorlar; ama bir Amerikalı, Fransız Türkiye hakkında yazdığı zaman da insanların hoşuna gidiyor: ” Ne güzel bizi anlatmış” diye. Ben bizimde oraları yazabileceğimiz fikrindeyim. Neticede okuyup yazmayı biliyorsak, orada ne olup bittiğini anlayabiliyorsak, yazabileceğimizi düşünüyorum. Bu sebeple biraz, ben de o dünyalar hakkında yazmaya devam edeceğim, elbette, bütün gerekli araştırmaları yaptıktan sonra.
Discussion about this post